Günümüzde tüm dünyada egemen olan kapitalizm, insanlığın büyük bir çoğunluğunun yoksulluk, savaşlar ve baskı altında yaşamasına neden oluyor, insanlığı ve insanlığın bir parçası olduğu doğayı geri dönülmez felaketlere sürüklüyor. Bu düzenin sona ermesi gerekiyor. Ancak bunun kendiliğinden gerçekleşmeyeceği ve kapitalizmin devamından çıkarları olan kapitalist sınıfın sahip olduğu güçten gönüllü olarak vazgeçmeyeceği de açık.

“Sendika bizi sattı” lafını sık sık duyarız. Hele ki sendikalı bir işyerinde çalışıyorsak, bunu söyleyen biz de olabiliriz. Koşullarımız daha iyi olacak diye üye olduğumuz, hatta belki işyerinde yetki kazanması için mücadele etmek zorunda kaldığımız resmi sendikalar, bizler adına patronla pazarlık masasına oturduğu anda her şey değişir. Sendikacıların kapalı kapılar ardında patronlarla anlaşıp, onların zaten razı olduğu koşulları bile allayıp pullayıp zafer diye sundukları sayısız örnek gördük, yaşadık. Peki neden böyle yapıyorlar, bize rağmen bunu nasıl başarıyorlar ve biz bunun karşısında ne yapabiliriz?

Her şeyin olağan biçimde seyrettiği, yani çalışanların buna itiraz etmediği ya da yeni haklar talep etmediği zamanlarda patronlar işyerlerindeki tek güç konumundadır. Elbette belirli yasal düzenlemeler ve ‘piyasanın görünmez eli’ patronların nasıl davranacağını belirler ancak, bunu değiştirmeye dönük bir şeyler yapmadıkları sürece, işçilerin işlerin yürütülüşü ile ilgili hiçbir etkisi yoktur. Ancak işçiler harekete geçtiklerinde işin seyri değişebilir.

Günümüzde işyerlerinde kolektif eylem ve dayanışmanın çok yaygın olduğunu söyleyemeyiz. Birçok işyeri çalışanlarını daha fazla üretmeye dönük politikalarla birbirinin rakibi haline getiriyor. Hizmet sektöründe yükselme, daha iyi bir işe geçme gibi beklentiler, yasal sürelerin dahi üstünde, çoğu zaman ücretlendirilmemiş “gönüllü” fazla çalışmanın bir kural haline gelmesine neden oluyor. Boş zamanında dahi işin için kendini geliştirmen lazım gibi sektöre göre değişen dayatmalarla zehirlenen çalışma ortamında hizmet sektöründe çalışanlarının birbirini aynı çıkarlara sahip sınıf kardeşleri olarak görmesini imkansız hale getiriyor. Benzer rekabetçi ortam sanayi üretiminin olduğu işyerlerinde parça başı çalışma, götürü usulü çalışma gibi üretim rejimleriyle ve fazla mesai dayatmalarıyla gerçekleştirilebiliyor.

Milliyetçilik, kendimizi bir ulusun eşit ve özgür bireyleri olarak tanımlamamıza ve bu nedenle çıkarlarımızı kendimizi içinde tanımladığımız ulustan patronlarla ortakmış gibi görmemize, farklı uluslardan işçilerle düşmanlaşmamıza yol açar. Ancak bize ulusal çıkarlar diye sunulanların altında yatanları sorguladığımızda, meselelerin temelde zenginlerin ve siyasetçilerin çıkarlarından ibaret olduğunu görürüz. Farklı sorunlarımız olsa da, dünya genelindeki işçiler, patronlar karşısında ortak çıkarlara sahiptir ve kapitalizmi ortadan kaldırmak için her ulustan işçinin dayanışma içinde olması gerekir.

Kadınlar olarak patriyarka doğduğumuz andan itibaren yaşamımızın her anında ve her alanında karşımıza çıkıyor. Çalışan kadınlar olarak patriyarkanın etkisini hissettiğimiz alanların başında işyerleri geliyor. İş ararken, iş görüşmesi yaparken veya çalışırken eşitsizlik suratımıza her gün tokat gibi çarpıyor. Sorunlarımız çalıştığımız işkoluna ve konumumuza göre farklılık gösterse de, hangi iş kolunda çalışırsak çalışalım, yaşımız, eğitimimiz, becerimiz ne olursa olsun çalışma yaşamına da eşitsiz koşullarda dahil oluyoruz. İş bulmak, ücret, çalışma koşulları, terfi vb. konularda erkeklerden dezavantajlı konumdayız. Dolayısıyla yaşamın her alanında patriyarkayla karşı karşıya kalsak ve mücadele etmek zorunda olsak da, yaşamlarımızın büyük çoğunluğunu geçidiğimiz işyerilerinde patriyarkanın nasıl işlediği ve buna karşı nasıl mücadele edebileceğimizle ilgili düşünmek zorundayız.

LGBTİ+’ların tuzu kuru burjuva tipler olduğunu ilan edenler ve buradan hareketle, onların sorunlarından bahsetmenin işçi sınıfının sorunları göz önünde bulundurulduğunda kendini bilmezlik olduğunu savunanlar hiç az değildir. Dahası, LGBTİ+ mücadelesini benimsemenin toplumun sınıf karşıtlıklarıyla değil, karşıt çıkarlara sahip kimlikler temelinde bölündüğünü kabul etmek ve sınıf siyasetinin yerine kimlik siyasetini geçirmek anlamına geldiği de ileri sürülmektedir. Elbette her toplumsal hareket gibi LGBTİ+ hareketi içerisinde de kimisiyle ortaklaşırken, kimisi de itirazlarımıza konu olabilecek farklı politik eğilimler ve konumlanışlar vardır. Ancak burada söz konusu olan, LGBTİ+ hareketinin sınıf perspektifinden yoksun liberal kanadına yöneltilen bir eleştiri değil; LGBTİ+ mücadelesinin doğrudan doğruya kendisinin sınıf siyasetin terki anlamına geldiği ve liberal bir nitelik arz ettiği gerekçesiyle mahkûm edilmesidir.

Her geçen gün derinleşen ekolojik yıkım yeryüzünü, yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar için yaşanmaz bir yer haline getiriyor. Ancak bütün canlı hayatın tehdit altında olması, sınıflar üstü bir sorunla karşı karşıya olduğumuz, işçilerle kapitalistlerin bu yıkımın sorumluluğunu paylaştıkları  anlamına gelmiyor. Zira, bu yıkımın asli sorumlusu, insan nüfusunun küçük bir kısmını oluşturan kapitalist sınıf ve yalnızca onların menfaatine olan kapitalist düzen. Yenilenebilir ve temiz enerji kaynakları temelinde işleyen yeşil bir kapitalizmin imkanlarına dair anlatılanlar ise bizi sorunun ardındaki esas sebepleri görmekten alıkoymak için yayılan ideolojik aldatmacalardan ibaret. Kapitalizm; doğası gereği kâr maksimizasyonu ve sürekli büyüme güdüsüyle hareket eden, bunun bir sonucu olarak sürekli daha fazla tüketimi teşvik eden muazzam seviyede müsrif bir düzen. Bu gerçeğin, kapitalistlerin kötücül niyetleriyle bir alakası yok. Her bir kapitalist, piyasada tutunmaya devam edebilmek için sermayesini sürekli olarak büyütmek, insan ve doğayı durmadan ve artan biçimde sömürmek zorunda. Dolayısıyla, kapitalist düzenin ekosistemleri ve bütün olarak yeryüzünü yıkıma uğratmadan var olması mümkün değil. Ancak kapitalistlerin sınıfsal çıkarları gereği, ne pahasına olursa olsun bu düzenin devamını sağlamak için ellerinden geleni yapacaklarını da biliyoruz.